Kentin tarih alanlarına sit ilanı...1994-1998 Çanakkale Koruma Planı...

Çanakkale’nin yapılaşma, kentleşme tarihini anlatmaya, Mimar İsmail Erten’in hem araştırmalarının hem de bireysel katkısının olduğu süreçlere mercek tutmaya devam ediyoruz. 90’ların ikinci yarısı, Çanakkale’nin kentleşme açısından büyük değişimleri yaşadığı bir dönem oldu. 

2089

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Cumhuriyetin ilanı ve işgal dönemlerini yaşayan, sonrasında ise bu siyasi gelişmelerin devamı niteliğindeki mübadele dönemini yaşayan Çanakkale, tüm bunların yanında imar ve yapılaşmasını da sürdürdü. Elbette, iktisadi ve siyasi gelişmelere bağlı olarak demografik değişimlerin yapılarının karakterlerini etkilediği Çanakkale, 30’lu, 40’lı, 50’li, 60 ve 70’li yılların yine ekonomik ve politik konjonktüründen etkilenerek imar serüvenini sürdürdü. 80’li yıllarda tohumları atılan, 90’larda küresel olarak “yeni dünya düzeni”nin yarattığı piyasacı anlayış, birçok kentte olduğu gibi Çanakkale’de de ranta ve piyasaya dayalı yapılaşmaya, kentleşmeye evrildi. Kıyılara yönelin, yazlıkçılık anlayışı ile bir anlamda kıyı istilasına çevrilen, yeni imar alanlarının yaratıldığı, bu alanların rantsal bakış açısı ile kullanıldığı 90’li yılların özellikle ikinci yarısı, bugüne de ışık tutacak gelişmelere sahne oldu. Herkes ve her yönetim erki, elbette ki rant odaklı değildi, imar rantına direnen yerel yöneticiler, yerel inisiyatif de elbette vardı. Kentteki çevre hareketi gibi, yapılaşmaya dair fikirlerin üretildiği 90’ların ikinci yarısı, yapısal kültürün ve doğal varlıkların korunmasından yana, piyasacı anlayışa karşı bayrak açıldığı yıllar oldu.

Mimar İsmail Erten, 90’ların ikinci yarısını değerlendirirken, aynı zamanda bugünü de anlayabileceğimiz, 2000’li ve 2010’lu yılları da anlamamızı sağlıyor.

SİT alanları ve Koruma Planları dönemi…

1994’de kurulan ve kendini Çanakkale Sivil İnisiyatifi olarak tanımlaya bir grup duyarlı yurttaş, kentin tüm karar süreçlerine katılım isteklerini dile getirir. Sonrasında bugüne de etkisi olacak bu süreci anlatarak 90’ların ikinci yarısını değerlendiren Mimar İsmail Erten, “1996 HABİTAT2 süreciyle daha da donanımlı hale gelen bu inisiyatif, kentin tarihi kent alanlarını koruma ve yaşama katma girişimini deklare eder. Dönemin belediyesi ve Koruma Kurulu bu talebe olumlu yanıt verir ve Sivil toplum-yerel yönetim-kamu iradesi birlikteliği başlar. 1994 son ayları başlatılan teknik ön araştırma çalışmaları Çanakkale Evleri Yaşatma Projesi (ÇEYAP) alt komisyonu tarafından yürütülür. Sivil ve katılımcı süreçlerle yürütülen bu Çanakkale koruma çalışmaları gerek ulusal gerekse uluslararası koruma platformlarınca ilgiyle izlenir ve açık destekler verilir. 1995 yılında sit ilanıyla yasal süreci başlatılan bu çalışmalar, öncelikle Çanakkale Kentsel Sit Alanı Koruma Planı’nın oluşumu ve onaylanması sürecini hedefler. Geniş katılımlı ve açık-şeffaf süreçlerle sürdürülen bu çalışmanın bütün analiz süreçleri ve sonuçları, halk toplantılarıyla toplumun talep eden tüm süreçlerine aktarılır. Niteliği ve teknik içeriği çok yüksek olan ve8 farklı alandaki analiz pafta çalışması ve sentez paftası, Yalı Hanı mekânlarında sergilenir. Aynı yöndeki geniş katılım ve şeffaf süreçler Koruma İmar planı ve Uygulama hükümleri sürecinde de işletilir. Koruma Planı, 70 pafta ve 1. Koruma bölgesindeki tüm sokakların siluetlerini kapsayan kentsel tasarım çalışmalarıyla desteklenir. 1996’da onay süreci başlatılan ve olası önermelerle son düzenlemeleri yapılan Koruma Planı, 1997 sonu ve 1998 de uygulamaya girer. Kentsel sit alanı ilanı ile Koruma planı onayı arasındaki hızlı süreç, Türkiye’de pek mümkün olmayan bir durumu ortaya çıkartır. Kısa sürede yürürlüğe sokulan planlama ile sit alanındaki parsel sahiplerinin mağduriyeti minimuma iner. Planın tüm süreç ve sonuçları, kitaplaştırılır, talep edilen bütün kişilere, uzmanlara, kurum ve kuruluşlara dağıtılır. Şeffaflık ve hesap verebilirlik sonuç üründe de yaşatılmış olur” dedi.

Koruma planlarının hedefi…

“Planın iki hedefi olan düzenlemeler uygulama hükümlerinde dile getirilmiş ama maalesef 20 yıla yaklaşan süreçte bu iki hedef uygulayıcı kurumlarca gerçekleştirilememiştir” diyen Erten, “Birincisi, çay boyunda yer alan ve çöküntü mekanları olarak varlığını sürdüren bölgenin, çizim paftaları ve çizgilerden öteye, sosyal-kültürel-ekonomik vb. çalışmalarla bütünleşik bir çalışma gerektirdiği, burada yaşayan insanları başka alanlara sirküle etmeden (bölgeyi asrileştirmeden), koruma politikaları geliştirmek gerektiği tespit edilmiştir. Bu amaçlı bu bölge belirlenmiş ve özel çalışma alanı olarak plana işlenmiştir. Gelişen süreçte bu çalışma için görevlendirilen belediye, herhangi bir çalışma yapmamış, hatta son 10 yılda bu alana müteahhitleri teşvik eden, yoksul insanları rantla karşı karşıya getirerek alanlarını daraltan uygulamalara yol açmıştır. Bu alan kimlik değişimini ranttan yana kullanır hale getirilmiştir. Hiçbir sosyal-kültürel-istihdam ve ekonomik çalışmaları içeren, koruma planındaki hedeflere karşı körlük yaşayan bir uygulama sürecini yaşamaktadır. Planın ikinci gerçekleşmesini istediği ikinci hedef ise; geniş ve kullanılabilir özellikteki imar adalarının içindeki boşlukların kamu yararına kullanılabilir hale getirilmesidir. Bildiğimiz gibi, binalarımızın arka bahçeleri ve birbirini tamlayan imar adası içleri çöplük halindedir. Bunu önlemek için, her adaya en az iki adet giriş ve çıkış koridoru plana işlenmiş ve bu ada içlerinde kentsel tasarımlar yapılarak, parsel sahiplerinin de ortaklığını kapsayan kamusal kullanımdaki, çocuk bahçeleri, kafe restoranlar, yeşil alanlar, vb. önerilerin geliştirilmesi önerilmiştir. Hatta sanırım 50 civarındaki adadan 20 civarındaki ada da çok iyi çalışmalar üretilebileceği yönündeki tespit çalışmaları da ÇEYAP tarafından başlatılmıştır. Günlük rant ve imar politikaları bu tür uzun erimli ve insana dair kente dair iyilikler oluşturan çalışmaların önüne geçmesi dolayısıyla hiçbir uygulama masaya yatırılmamıştır. Bu unutulan bir hedef olarak, belediyesince görmezden gelinmiş, hatta bu imar adalarına giriş ve çıkış koridorlarını yok etme projeleri öne çıkartılmaktadır. Tabii ki, imar adaları iç bahçeleri çoğu çöplük haline gelmiş olarak, bir kısmı da olanaklı barların arka bahçelerinin rantiyelerine dönüşmüş olarak kimliksizlikleriyle ve plansızlıklarıyla yaşamlarına devam etmektedir. Koruma planı ve uygulaması, 90’ların sonlarına doğru hızla uygulama girmiş, absürt yapılaşmaya karşı uyumlu estetik arayışlar içeren binalar kendilerini göstermiştir. Tescilli binaların restorasyonu hızla başlatılmış ve bitirilmiştir. Yapılaşma ön koşulu için, sokak cephe hattının 6 metreden 4 metreye indirilmesiyle, metruk halde ve tevhitsiz yapılaşma hakkı olmayan parsellere önemli bir olanak sağlanmış ve yüzlerce 6 metre altı parsellerin yapılaşma hakkı oluşmuştur. Böylece eski kentteki büyük kütleli yapıların küçük kütleli olarak ve benzerleriyle uyumlu bir hale dönüştürülmesi süreci başlatılmıştır. Aynı kurallar, geniş cepheli parseller içinde getirilmiş, büyük kütleli uyumsuz yapılar yerine küçük kütleli uyumlu yapılar tasarlama kuralları oluşmaya başlamıştır” ifadelerini kullandı.

Marmara Depremi... 1999 miladı...

Türkiye’de, imar planlarını, yapılaşmasını, konut sektörünü etkileyen en önemli tarihsel dönemeç ize Marmara Depremi’ydi. Türkiye’nin yapılaşmasında, öncesi ve sonrası diyerek ayrılan “Marmara Depremi” tam anlamıyla bir milat oldu. Ne kadar ders alındı, ya da alındı mı tartışmaya açık bir konu elbette, ama Marmara Depremi’nin etkisi hala daha sürüyor. Bu süreci değerlendiren Erten, “Bir taraftan kent rantına bağlı büyük ve yüksek apartmanların meclisler eliyle karar ve yapılaşma süreci, diğer taraftan koruma alanlarının tayini planlanması yapılaşmaya açılması süreci devam ederken, 17 Ağustos 1999 tarihinde büyük Marmara depremi olur. Deprem bölgesel etkinin yanı sıra, ulusal ölçekte iz bırakan etkileşime yol açar. Bu etkileşim süreci Çanakkale’de de başlar. Bir taraftan bölgeye yardım ve inceleme süreçleri sürerken, her kentte olduğu gibi Çanakkale’de de depreme dair sorgulama ve incelemelerini başlatır. Bu ön şok sonrası ortaya konan çalışmalar sonrası önümüze çıkan kent tablosu vahimdir. Kentin büyük bir bölüm, Sarıçay deltasında çürük alüvyon dolgu zeminde ve yer altı suyunun yüksek ve çokluğundan dolayı sıvılaşan zeminde yer almaktadır. Keza, Hastanebayırı ve esenler bölgesinde de kil zemin tabaka ve zemin suyunun varlığı buranın da riskli hale gelmesinin bir başka gerekçesini oluşturmaktadır. Zemin böylede, binalar ne âlemde? Sorusuna verilen cevapta maalesef vahametin bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Deprem anında az katlı binadaki insan kayıpları ve bina hasarları oldukça az bir etkiyi ortaya koyarken, 4-5 katlı binalar ve daha yüksek çok katlı binalar esas hasarı ve insan ölümlerini ortaya çıkartmaktadır. Çanakkale’nin de 1970’ler ve sonrası çok katlı yapılaşmaya yönelmesi, 1984’den ve sonrası belediyelerin az katlı alanları imar rantlarıyla çok katlı yapılara dönüştürmesinin sonucu olarak kent yükselmiş, depremde yıkıcı ve ölümlü sonuçlar doğuran binalar kentin önemli bir bölümünü oluşturur hale gelmiştir. Dolgu ve sıvılaşan zemin ile büyük kütleli bitişik ve çok katlı bina kentin ve kentlinin depremle olan ilgisini arttırmış, duyarlılıklar bir süre sonra çaresizliğe ve akabinde de kaderci bir alışkanlığa ve umursamazlığa dönüşmüştür. Ulusal seferberlikle, deprem ve imarı etkileyen yasal değişimler süreci başlatılmıştır” dedi.

(HABER MERKEZİ)
Paylaş